Normalleşme Sürecindeki Denge Arayışımız

Koronavirüs pandemisinin başlangıcında, değişimin ve belirsizliğin etkisiyle oldukça tedirgin hissettiğimiz zamanlardan geçtik. Süreç içinde de hepimiz kendi yöntemlerimizle ve kendi zamanımızda bu yeni duruma uyum sağlayabildik. Bugünlerde ise içimizdeki “normale dönme” arzusu gittikçe büyüyor; eskisi gibi gezebilmek, arkadaşlarımızla daha çok vakit geçirebilmek istiyoruz. Ancak “normal” olarak adlandırdığımız pek çok alışkanlık veya aktivite, şu anda bizim için zararlı olabilir. Dolayısıyla son zamanlarda zihnini, “Yeni normal ne? Ona nasıl uyum sağlayabilirim? Bu süreçte nasıl hissediyorum?” gibi sorular meşgul ediyor olabilir. Bu makalede, sorularına yakından bakmak fırsatı bulacaksın.
pablo-heimplatz-EjhYCON8W44-unsplash

Pandemi süreci, içine düştüğümüz yoğun belirsizlik ve yerine getirmemiz gereken zorlu önlemler sebebiyle her birimiz için ilk etapta zorlayıcı oldu. Kimimiz evlerimizde sürdüğümüz  günlük yaşantımızdan ve sosyal çevremizden uzak kalmakta zorlanırken, kimimiz için hastalığın yarattığı sağlığa dair endişeler ön plandaydı. Ancak bu ve benzeri zorlanmaların hepsi, kişiye özel görünümlerde de olsa, çoğu zaman kendini her birimizde gösterdi. 

Bir süredir ise yeni normal kavramı ile dışarıdaki yaşantımıza dönme sürecini deneyimliyoruz. Evlerimizden dışarı daha sık çıkıyor, yakınlarımızla görüşüyor, hatta tatil planları yapıp seyahat ediyoruz. Bir yandan eski alışkanlıklarımıza dönüyor gibi görünürken diğer yandan da yeni bir normale uyum sağlama süreci yaşıyoruz. 

Pandemi sürecinin ilk evrelerinde yaşadığımız kaygı, korku, çaresizlik, kısıtlanmışlık gibi duygular hareket alanımız genişledikçe ve kaynaklarımıza ulaşabilme olanaklarımız arttıkça yoğunluğunu yitiriyor. Bununla beraber, virüs tehdidinin henüz tamamen ortadan kalkmamış olması, korku ve kaygılarımızın da varlığını sürdürmesi anlamına geliyor. Normalleşme süreci, korku ve kaygı gibi rahatsız edici duyguların kaynağı olan koronavirüs gerçeği ile yeni normale uyum sağlayarak hayatlarımızı sürdürme isteğimiz arasındaki denge arayışını görünür kılıyor. 

Bu, bizler için besleyici olanın -belli bir oranda- tehlikeli olan anlamına gelmesi olarak da görülebilir. Sevdiklerimizle bir arada olmak, bizlere iyi gelen aktivitelerde yer almak, seyahat etmek, egzersiz yapmak gibi besleyici kaynaklarımız koronavirüs pandemisi öncesinde herhangi bir sağlık riski taşımazdı. Onlarla ilişkimizde ancak kendi yarattığımız engeller söz konusu olabilirdi. Bu engeller ise bu tür kaynaklara hayatımızda zaman ve alan açabilmemizle, onların psikolojik ve fiziksel iyi oluşumuzdaki payını kavrayabilmemizle aşılabilirdi. Kaynaklarımız zaman zaman bize iyi gelmeyen bir niteliğe kavuşsa da bu durum çoğu zaman ilişkisel problemlerle ilgili olurdu. İlişkisel problemler ise üzerine eğildiğimizde, kendimize dair keşiflerimiz için birer kapı bile aralayabilirdi.

Yeni normalin sunduğu koşullarda kaynaklarımıza erişimimiz, pandemi sürecinin ilk evresindeki gibi kısıtlanmış değil. Otorite tarafından konulan kurallar varlığını farklı şekillerde sürdürüyor olsa da birçok yaptırım temelde bizlerin inisiyatifini ve otokontrolü vurguluyor.

Bu vurgu, oldukça önemli olan bir bilginin yeniden hissedilebilmesi anlamına geliyor: Hayatlarımızın kontrolü bizim elimizde. Bu bilgi, sağlıklı hissedebilmemiz için oldukça değerli çünkü aksi durumda, sahip olduğumuz potansiyelleri harekete geçiremeyebilir ve çaresizlik duygusunun bünyemizde yarattığı stres ile güçsüzleşebiliriz.

Ancak virüsün yarattığı zorluklar, varlığını hala sürdürmekte. Bir yandan hareket edebilme kapasitemiz arttı ve bizler için fazlasıyla yeni ve bilinmez olan bu duruma dair edindiğimiz bilgilerin çoğalmasıyla güçlenmiş hissetmeye başladık. Başımıza gelen bu olayı anlamlandırmakta artık daha donanımlı ve hazırlıklıyız ancak bir yandan da kendimizi koruma ihtiyacımızı tetikleyen risk unsurlarıyla hala karşı karşıyayız. İçinde olduğumuz süreçte üstesinden gelmemiz gereken zorluklardan biri de bu ikilem gibi görünüyor: Kapasitemizi ve yaşamsallığımızı ketleyen çaresizlik duygusuna karşı bizleri koruyacak kaynaklarımızla temasta kalabilmeli, aynı zamanda korku ve kaygılarımızı da görebilmeliyiz. 

Örneğin uzun süre maruz kaldığımız zorlayıcı koşulların ardından otokontrolümüzü vurgulayan normalleşme sürecinde, kimimiz hâlâ var olan riskleri en aza indirme eğiliminde olabilir. Rahatsız edici duyumlarımız ve duygularımızla baş etmekte kullandığımız yollardan biri, bu duyumları ve duyguları inkâr etmek veya bastırmaktır. Bu yol, pandemi sürecine özgü değil. İlişkilerimizde yaşadığımız zorlukları, kırgınlıkları, üzüntüyü veya öfkeyi zaman zaman hepimiz inkâr edebilir, bastırabiliriz ancak iyi hissetmek için başvurduğumuz bu yol, çoğu zaman başka zorlukların aracısı haline gelir çünkü bastırılan veya inkar edilen şey yok olmaz, görünür olmak ve anlaşılmak için dolaylı da olsa ifade bulmaya çalışır. Pandemi sürecinde ise bu durum, korku ve kaygılarımız için geçerli. Normalleşme süreciyle beraber yeniden eriştiğimiz kaynaklarımız ve özgürlüğümüz, pandeminin hala sürdüğü bilgisiyle bir arada tutulmalı. Bu bilginin bedenimizde, ruhumuzda ve zihnimizde nasıl etkilere sahip olduğunu takip edebilmeli ve bu etkilerin oldukça normal olduğunu hatırlamalıyız çünkü korku ve kaygılarımız, gerçek bir tehdit tarafından tetiklenmekte ve güven ihtiyacımızı dile getirmektedir. Korku ve kaygılarımızın ihtiyaç duyduğu güvene ise onları görmezden gelerek değil, onları kabul ederek ve aldığımız önlemleri sürdürerek erişebiliriz. Ayrıca, virüs sebebiyle tetiklenmiş olsa da bu gibi duyguları düzenleyebilmek için kullandığımız birçok yöntem hâlâ geçerlidir: egzersiz yapmak, öz bakımımıza zaman ayırmak, köklenmek ve yavaşlamak gibi.

Kimimiz ise koşullar değişiyor olsa da çaresizlik, kaygı, korku gibi duyguları yoğun bir şekilde deneyimlemeye devam edebilir. Virüs gerçeğinin varlığıyla; eski rutine dair alışkanlıklara dönme, kaynaklara erişim ve yaşamın içine yeniden karışma anlamına gelen aktiviteler fazlaca gölgelenebilir. Stres yaratan faktörler, iyi gelecek olanın önüne geçip bu ikircikli durumun içerisinde yeniden sıkışmış hissetmemize yol açabilir. Koronavirüsün belirsiz doğası ve geçerliliğini her zaman koruyan risk unsurları, bu durumun üstesinden gelmeyi zorlaştırabilir. Bu gibi durumlarda odak noktası artık inkâr veya bastırmayı görünür kılmak değil, risk değerlendirmesi yapan aygıtlarımızı güçlendirmek olacaktır. “Korku ve kaygılarımı tetikleyen koşullar neler?”, “Bu koşullar için ne gibi önlemler alınabilir?”, “Tetikleyici unsurlar ve verdiğim tepkinin dozu birbirine uygun mu?”, “Bana güvende hissettirecek hangi önlemleri sürdürebilirim?”, “Korku ve kaygı tepkilerim hakkında kimlerden görüş ve öneri alabilirim?”, “Normalleşmeyi sürdürürken kendilerini korumak konusunda başarılı olduğuna inandığım kimler var? Onlar nasıl bir yol izliyor?”, “Korona bağlamında verdiğim korku ve kaygı tepkileri, başka konularda verdiğim bu tepkilerimle benzerlik gösteriyor mu?” gibi sorulara aranacak cevaplar, deneyimimizi daha yapıcı bir şekilde değerlendirmeye ve yapılması gerekeni bulmaya yardımcı olur. 

Koronavirüs pandemisi, değişken ve belirsiz olana tolerans gösterebilmeyi ilk günden beri bizden talep ediyor. Hepimizin farklı şekillerde deneyimlediği gibi, bunu yapmak her zaman kolay olmayabiliyor çünkü bizi tedirgin eden unsurlar oldukça gerçek ve zorlu. Bu süreçte duygu ve duyumlarımıza alan tanıyabilmemiz, ihtiyaçlarımızı adlandırabilmemiz ve koşulları doğru değerlendirerek kaynaklarımızla kendimizi beslemeye devam edebilmemiz korunmamıza yardımcı olacak başlıca beceriler arasında olmaya devam edecek.

Author: Tuba Aydın Erol

Leave a Reply