Birey Odaklı Dışa Vurumcu Sanat Terapisi kurucusu Natalie Rogers’ın bu ifadesi, sanat ve onun iyileştirici gücü hakkında aslında ne çok şey anlatıyor.
Bir düşününce… Güçlü duygular arasında gidip geldiğimiz anlar, içimizdeki sanatçının açığa çıkmaya en hazır olduğu zamanlar değil midir hep?
Bu yoğun duyguların dışarı çıkmak istemesi kadar doğalı da yoktur aslında. Çünkü özünde her duygu birer ziyaretçidir; senin evinde bir ömür kalmak değil, biraz uğrayıp vakitlice oradan ayrılmak ister. Ancak biz bazen, nedenini bile bilmeden, “misafirperver” rolünü öyle bir benimseriz ki vedalaşmak istediğimiz duyguları birtakım düşünce ve bilinç dışı inanışlarla buyur etmeye devam ederiz.
Bazen de o duygular öylesine zorlayıcıdır ki misafirperverliği bir kenara bırakır, onları içeri almamak için var gücümüzle bir savaşa soyunuruz. Ancak bir şekilde içeri girmeyi başardıklarında da, varlığını dahi bilmek istemediğimiz o duyguları evin en uzak köşesindeki kilere kaldırırız. Tüm bu insani çaba kendimizi korumaya yönelik olup kısa vadede bize güven ve rahatlık sağlasa da, bir noktadan sonra bu çabanın aslında bizi ne kadar çok yıprattığını ve benzer örüntüler içine sıkıştırdığını görebiliriz.
Bu noktada duygular işimizi kolaştırır çünkü her bir duygu duyulmak, dışarıya akıtılmak ister. Sanat ise bunu yapmanın en yaratıcı ve dönüştürücü yollarından biri.
Sanat ile kendimizi ifade etmeye başladığımızda, uğurlamaya gönüllü olduğumuz duygular kadar, Natalie Rogers’ın da bahsettiği gibi, farkında olmadığımız hâller ve duygular da gün yüzüne doğru sızmaya başlar. Aslında kendimizi ifade ettiğimiz her anda, hem kendimizi tanımaya bir parça daha yaklaşırız hem de misafirlerimizi yolcu etmeye. Orada olduğunu bilmediğimiz veya çoktan unuttuğumuz duygular biz onları görüp, yaşayıp, anladıkça üzerimizdeki etkilerini bir bir kaybetmeye başlar. Böylece duygular içimizde birikip kalmaz ve her giden yeni gelene yer açar. Böylece içindeki daha ferah hissettirmeye başlar.
Soyut dışa vurumculuk akımının en etkili isimlerinden biri olan Jackson Pollock’un “damla tekniğini” duymuş muydun daha önce? İçinde bulunduğu dönemin ötesinde, oldukça radikal bir teknik geliştiren Pollock için sanat, tam bir kendini ifade etme aracıydı. Eserlerini, bir tuvali yere serip damlalar akıtarak ve atarak yaratırdı. Peki o damlaların açısına yön veren neydi? Bir rengin diğer bir renkle nerede ve nasıl kesişeceğine hangi içsel motivasyonla karar veriyordu? Yoksa sadece dürtülerini mi takip ediyordu?
Pollock’un tuvallerine baktığımızda, yaratma sürecine dair varsayımsal birkaç çıkarımda bulunabilsek de onu tümüyle anlamak elbette güç. Aslında, kendi bağlamımıza dönecek olursak, bunu anlamamız da gerekmiyor. Konu kendimizi ifade etmeye geldiğinde başkalarının bakış açısına hitap eden değil; kendimizi en özgün, özgür ve rahat hissettiğimiz yolu seçmek asıl önemli olan. Bu yolun dışarıdan bakıldığında anlamlı gözükmesine gerek de yok.
Kendi otantik yolunu bulabilmek için şu soruların cevaplarını araştırabilirsin:
Bu süreç dışa vurumsal, yani içeriden dışarıya doğru gelişen bu süreç. Bu nedenle kendini güvende hissedebileceğin, senin koşullarına ve ihtiyaçlarına uygun bir yol seçmeyi önceliklendirebilirsin.
Kendini rahatlıkla ifade edebileceğini düşündüğün sanat dalını bulduktan sonra tek yapman gereken başlamak: yazmaya, boyamaya, söylemeye, çizmeye veya hareket etmeye… Böylece içinden akmak, duyulmak, görülmek ve gitmek isteyen her şeye alan açabilirsin. Bununla birlikte, bu deneyimi daha profesyonel bir ortamda ve bir rehber eşliğinde yaşamak istersen bir sanat terapistinden de destek alabilirsin.
Sanat yoluyla kendini ifade etmenin bütünleyici bir parçası da bilinçli farkındalık. İçimizdeki duyguları anlamlandırmak ve içgörü kazanabilmek için o anda olup biten hem içsel hem de dışsal dinamiklerin farkında olmamız gerekir. Dikkatimizi şu ana getirdiğimiz vakit duygu dünyamızda olanları, zihnimizden geçenleri, etrafımızdaki ses ve nesneleri, bedenimizin hareketini daha net bir şekilde fark ederiz. Bu ipuçları sayesinde de kendimizi daha yakından tanımaya başlar, parçaları daha anlamlı bir bütünde görmeye başlarız.
Bilinçli farkındalığın bir diğer hediyesi ise bizi merak etmeye davet etmesi. Farkındalık pratiğinin en temel noktalarından biri dikkatimizi şu ana yargısızca ve içten bir merakla getirmektir. Bu tavır, o anda ortaya çıkabilecek her şeye ve her türlü olasılığa karşı açık kalmamıza yardımcı olur. Böylesi bir ortamda da duyguların dışa vurumu çok daha rahat bir hâl alır.
Artık kendini ifade etmek istediğin sanat yolunu ve bu yolda ilerlerken farkındalığını korumanın faydalarını daha iyi biliyorsun. Peki, sorumuz şu: Bu yola nereden ve ne zaman başlamak istiyorsun?
Sen bu soru üzerine biraz düşünürken son olarak sana güzel bir iş birliğinden bahsetmek istiyoruz.
Meditopia ve Pera Müzesi yakın zamanda önemli bir işbirliğine imza attı. Bilinçli farkındalık ve sanat arasındaki güçlü bağı pekiştiren bu deneyim ziyaretçileri, Antoine de Favray’nin İstanbul Panaroması’nda (1773) bir yolculuğa çıkarıyor.
Pera Müzesi’nin kapıları, bu deneyimi canlı olarak yaşamak isteyen herkese ardına kadar açık. Bununla birlikte, İstanbul Panorması’ndaki bu yolculuğa dijital platformlar üzerinden de katılabilirsin.
Yahya Kemal’in “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.” dediği bu şehrin atmosferini, sanat ve bilinçli farkındalığın buluştuğu bu işbirliği sayesinde solumak mümkün. Eğer merakını gidermek istersen buraya tıklayarak bu deneyime ortak olabilirsin.