Aşk nedir, bir insan hayatında kaç kez aşık olur? Âşık olunca neden hayat direksiyonunun hakimiyetini kaybetmiş gibi hissederiz? Psikologlar, psikiyatristler, bilim insanları, filozoflar, şairler, yazarlar herkes aşkı anlamaya, anlatmaya, ardındaki gizemi çözmeye çalışmış. Ne var ki aşkı, bilinç düzeyinde olarak algılayıp belli bir mantığa oturtmak neredeyse imkânsız.
Aşkın tanımını yapmak zor olsa da etkilerini gözlemlemek ve tarif etmek mümkün. Mesela âşık olduğun kişiyi gördüğünde dizlerinin bağı çözülmüş gibi hissettin mi hiç? Yüzün kızardı mı, kalbin ağzından fırlayacakmış gibi çarptı mı? İştahında ve uyku düzeninde değişiklik oldu mu? Ondan başka hiçbir şeyi düşünememe hâli, sürekli onun yanında olma isteği tanıdık mı?
Aşkı bir kalıba sokamayız, tek bir aşk tanımı yapamayız. Aşkı herkes kendi deneyimi ışığında tarif edebilir ve hepimizin deneyimi biriciktir. Bu biricik deneyimin ve yoğun duygulanımın ardında ise biyolojik gerçekler gizlidir.
Şimdi biraz aşkın fazlarından ve kimyasal olarak yaşadığımız değişimlerden bahsedelim.
Aşkın dinamik, yani değişken bir doğası var. Bu değişim temelde üç fazda özetleniyor.
Birinci faz: Bedensel ve zihinsel etkilerin en yüksek olduğu, büyülenmişlik hissinin ve ilk görüşte aşkın yuvası.
İkinci faz: İlişkide sakinliğin, sıcaklığın, içtenliğin ve güvenin inşa edilmeye başlandığı aşama.
Üçüncü faz: Güvenle bağlanmanın, bağlılığın ve sevginin yerleştiği dönem.
İlk fazın en belirgin kimyasalları, aşk kimyasalı diye geçen feniletilamin ve beynin “ödül” kimyasalı olarak geçen dopamin.
Feniletilamin ilk görüşte aşktan sorumlu. Âşık olduğumuzda, feniletilamin salgılanması ile beraber göz bebeklerimiz büyür, midemize kramplar girer, yüzümüze anlamlandıramadığımız bir tebessüm yerleşir, dudaklarda ve cinsel organlarda kan akışı artar.
Dopamin ise âşık olduğumuz kişiye yönelen yoğun dikkat ve ilginin sorumlusudur. Sanki dünya üzerindeki en önemli şey âşık olduğumuz kişi gibi hissederiz. O yanımızdayken, onunla iletişimdeyken büyük bir ödüle erişmişiz gibi gelir; o kişinin yokluğu ise büyük bir motivasyon ve anlam kaybına dönüşebilir. âşık olduğumuzdaki uykusuzluktan, iştahsızlıktan sorumlu kimyasal da yine dopamindir.
İkinci fazda sahneye çıkan endorfin ilişkideki sükûnetten sorumludur. Bağlılığın temelleri de bu fazda atılır. Artık üçüncü fazda ise oksitosin salgılanmaya ve bağlılık köklenmeye başlar. Sevişme, dokunma, kucaklaşma, bakışma gibi sevecen tavırlar oksitosin salgısını artırır.
Âşık olduğumuzda, o kişi ile ilgili her şeyi bilmek isteriz ve farkındalığımızı tamamen o kişiye yöneltiriz. Sanki hayatta onun attığı adımlardan, aldığı nefesten daha önemli bir şey yok gibidir. O artık tek odağımız hâline gelir. Bazen bu aşk hâli daha pozitif duyguları beraberinde getirir ve hiç olmadığımız kadar yaşam dolu ve neşeli hissedebiliriz.
Bazen ise hayat sadece o kişinin yanındayken ve onunla beraberken anlamlı gelmeye başlar. Hele bir de karşı tarafa erişimimiz yoksa, karşılık bulmakta zorlandığımız bir aşk hâli söz konusu ise karanlık ve zorlayıcı duygular yanı başımızda biter.
Bu gibi durumlarda karşımızdaki kişi ile bir bütünleşme arzusu söz konusudur. Bu arzunun gölgesinde iki ayrı birey olduğumuzu anımsamak, ayrışmak zordur. Kendi alanımızı, kendi bedensel ve zihinsel sağlığımızı önceliklendirmemiz imkânsız hâle gelebilir. Neye ihtiyacımız olduğunu, ne yapmak istediğimizi değerlendiremeyebiliriz. Her şeyi bir aşk perdesinin ardından görürüz. Karşımızdaki kişiyi idealize ederiz. Ona erişimimiz imkânsızsa ya da beklediğimiz yakınlığı kurmamız mümkün olmuyorsa kaygı, endişe, yetersizlik, şüphecilik, kıskançlık gibi zorlayıcı duyguların etkisinde kalabiliriz.
Yani aşkın gözü gerçekten de kördür ve bunda da aslında bir tuhaflık yoktur. Yazının en başında bahsettiğimiz hormonal değişimler beynimizde böyle bir etki yaratır. Dolayısıyla her şeyi olduğu gibi değil de, olumlu ya da olumsuz yönde bir perdenin ardından görmeye başlarız.
Ve bir gün gelir, o büyülü aşk perdesi aralanır. Gözleriniz açıldığını, ışığın içeriye süzüldüğünü ve karşınızdaki kişiyi de, kendinizi de daha şeffaf bir şekilde görmeye başladığınızı fark edersiniz. Yani aşkın ilk fazı geride kalmıştır, gerçekler görünür hâldedir.
Birbirinden farklı çocukluğa ve geçmiş deneyimlere sahip iki insanın bir araya gelişi beraberinde doğal olarak uyuşmazlıkları, çatışmaları getirebilir. Taze aşk yani aşkın ilk fazı devredeyken görünmez olan tüm bu farklılıklar aşkın ikinci fazında artık gözler önündedir.
Üçüncü fazda artık âşık olduğumuz kişinin acıları, yaraları ve korkuları ile de ilgilenmeye başlarız. Tutkunun ardından köklü bir şefkat ve sevgi görünür olur.
İkinci fazdan üçüncü faza geçiş ve üçüncü fazdaki şefkat ve saf sevgi hâline erişebilmek için içsel olarak sende neler olduğuna bakıp, kendinle çalışmak, şeffaf iletişim kurmak ve bağı canlı tutmak önemlidir.
Bu aşkın sende yarattığı acılar, kaşıdığı yaralar neler? Bu yaralar kanarken sen kendine ve karşındaki kişi sana nasıl destek olabilir? Ve sen âşık olduğun kişinin yaralarına dokunduğunda, o yaralar tekrar kanadığında onun yanında olmaya gönüllü müsün? Karşılıklı ihtiyaçlarınız neler? Birbirinizin ruhsal yolculuğunda, gelişiminde, ilerleyişinde yan yana olmak istiyor musunuz? Duygusal salınımlarınızda eşlikçi olmak ve gerektiğinde kendi ıssız dünyalarınızdaki yalnız kalma ihtiyacına da saygı göstermeniz mümkün mü?
Yani bu aşkta birlikte büyümeye var mısınız?
Aşkın canlılığı ne kadar sürebilir bu hâlâ araştırılsa da bilinen bir gerçek var ki o da ilişkilerde şefkatin getirdiği huşunun insan doğamızdaki dönüştürücü etkisi.
Olgunlaşan aşkımız bize çok lezzetli, sulu bir meyve verir o da “şefkat”. İçimizdeki şefkat büyüdükçe karşımızdaki kişiyi bir bütün olarak sevmeye başlarız. Kusurlarını, korkularını, zorlanmalarını, acılarını görür, duyar ve olduğu hâli ile yanında var oluruz. Belki her bir detayına körü körüne sevgi beslemeriz ancak kalpten kalbe köklü bir anlayış ve bağ kurarız. Ve sadece zorlukları ile değil becerileri, hediyeleri, neşesi, mutluluğu, başarıları, ışıltısı ile de hemhâl oluruz. Olgun bir aşkta sevdiğimiz kişinin başarılarını kutlamaya ve acılarını dindirmeye gönüllü oluruz.
Âşık olduğumuzda eksik bir parçamız tamamlanmış gibidir. Hayat anlam kazanmaya başlar ve anlamı da büyük çoğunlukla âşık olduğumuz kişide bulduğumuzu hissederiz.
Aşk, batılı dünyanın insanları olarak bizlerin ruhani yolculuğumuzdaki ana kaynaktır. Dışarıda bir insana yönelen aşk, aşkın en yaygın ve en kolay hissedilen formudur. Ruhani olana, ‘öz’e, Tanrı’ya yaklaşmanın yolu, bir insana duyulan aşk yolundan geçer. Yani diyebiliriz ki aşk, bireylerin psikolojik ve ruhani derinleşmesinde ve gelişiminde en büyük kaynaktır.
Aşkı tarif ederken ‘simya’ gibidir denir. Yani iki maddenin birbirine karışması, birleşimi ve bütünleşmesidir.
Bir insana duyulan aşk, manevi aşk arayışının bir fazı olarak tanımlanabilir. Bireyin yapıştığı kimliklerden ve acılardan özgürleşme yolculuğudur. İçsel olarak bütün olduğunu, hayat ile bir olduğunu hissetme hâli, maneviyata duyulan özlem belki de en derin aşkın tasviridir…
Nörobilimsel çalışmalar, maneviyata duyulan aşkın anksiyete ve depresyon üzerinde olumlu etkisi olduğunu gösterir. Aslında maneviyata duyulan aşkı, hayatın her köşesinde bulmak mümkün. Belki somut ve kolay görünür değil ama hep orada ve her yerde… Doğanın içinde, müzikte, dansta, bir bebeğin gözlerinde, bir kedinin gurultusunda, bir çiçeğin tomurcuklanmasında…
Kendi özün ve hayatın özüyle her gün, her an ve her daim temas etmen dileğiyle.
Aşkla…